8 Eylül 2011 Perşembe

Limonlu Kek 4. Bölüm


4. Bölüm
Ucubeler Diyarı



''Dalga geçiyor olmalısın.''

Bella Swan, benim tatlı küçük -tamam asıl küçük olan benim itiraf ediyorum- çocukluk arkadaşım. Arada ngeçen 10 yıla rağmen hala eskisi gibiydi. Gözleri renk değiştirmişti ama kahverengi ona yakışmıştı. Hala beyaz tenli, hala kırılgandı. Millete şüpheyle bakan, yürürken hafifçe eğilen arkadaşım gözüme hep, her an kırılacakmış gibi gelirdi. Öyle savunmasızdı ki!

''Evangelina River Tyler.'' Tam ismimi söylerken gözlerine inanamazmış gibiydi. Ben de onun gibi şaşkınlıktan gözlerimi bile kıpırdatamıyordum. Bella. Benim Bella'm buradaydı. Tanrı'nın unutmuş olduğu buzane kasaba olan Forks'ta.

''Bella.'' Sesimi bulduğuma sevinmiştim. Onunda konuşacak bir ton şeyim vardı. Özlemimi gidermem gerekliydi. Sonra beni 10 yıl boyunca arayıp sormadığını hatırlayınca yüzüm asıldı. Aramıza derin bir soğukluk girmişti ama ben onu hiç unutmamıştım. Hala eskisi gibi görüyordum onu. Ağaç evimizin tepesinde yaprak ve çamurlardan turta yaparken o gülünç hali gibi.

Uzun bir sessizlik süregeldi. Bu durumdan rahatsız olmuştum. ''Saçların uzamış.'' dedim elimle saçlarını göstererek. Bütün kafeteryanın bize bakması sinirlerimi bozmuştu ve bu beni çok rahatsız etmişti. Bunun yüzünden sessizliği bozmak için aklıma gelen ilk şeyi söylemiştim. Tabi ki herkes bize bakardı. Yeni kız, diğer yeni kızı tanıyor, vhoa! bu çok büyük haber huh? Yeni dedikodu, yeni malzeme. Harika.

Bella benim bilmediğim bir espriye güler gibiydi. ''Son gördüğünden beri bir daha kestirdim.'' diyerek gülmeye devam etti. Ben de bu espriyi bilmesemde sırıttım ve içimdeki ona sarılma isteğini daha fazla bastıramadan ona sıkıca sarıldım.

Onu tekrar bulduğuma inanamıyordum. Artık yanlız hissetmiyordum. Artık beni anlayabilecek bir insanoğlunun yanımda olma düşüncesi hoşuma gidiyordu. Ufak çaplı bir çığlık atıp onların masasına oturdum. Bella'yı ne kadar da çok özlemiştim! O yanımda yokken yokluğu o kadar da çok acıtmıyordu fakat şimdi... Bunu onun yüzüne asla söyleyemezdim ama onu bulduğuma öyle sevinmiştim ki!

''Yani siz tanışıyorsunuz?'' dedi Jessica konuşmamızın tam ortasında. Bella öz geçmişimizi kısaca anlatırken ben de saatlerdir bize  bakan dörtlüye kötü kötü bakışlar yolluyordum.Dördü de bana bakıyor gibiydiler. Benim de onlara bkatığımı görmüyor gibi gözlerini benden ayırmadan birbirine fısır fısır bir şeyler anlatıyorlardı.

Öyle rahatsız edici bir topluluktu ki tüylerim ürperdi.

''Seninde dikkatini çektiler demek.'' dedi birisi dikkatimi dağıtarak. Gözlerimi yoğurt kafalıların masasından çekip benimle konuşmak için can atan tatlı kıza çevirdim. ''Jessica beni tanıtmadı.'' dedi çekinerek. Ardından elini uzattı. ''Ben Angela.'' Bu samimi ama bir o kadarda çekingen kızla tokalaşmalı mıydım bilemiyordum. Önceliğim rahatsızlığımı gidermemdi.

''Pekala Angela, sana bir şey sormam gerek.'' Dörtlünün masasına tekrar baktım. ''Bana şu yoğurt suratların kim olduğunu ve neden bana yiyecekmiş gibi baktıklarını söyler misin?'' Angela şaşkınca sırıttı. Cullenlar da sırıtıyordu. Ne? Daha önce kimse yoğurt suratlara yoğurt surak dememiş miydi? Anlaşılmaz düşüncemi düşününce ben de sırıttım.

''Eh, onlar Cullenlar.'' Masadaki herkes -Bella  da dahil- konuşmalarını bırakıp bize döndüler. Angela kızardı ve onları görmezden gelmeye çalışarak bana onların kim olduğunu ve nereden geldiklerini kısaca anlattı. O anlattıkça millet dikkat kesiliyor, millet dikkat kesilince Angela kızarıyor, Angela kızardıkça da ben ''Tanrım, bu kız Bella'Ya ne kadar da çok benziyor. Sinir bozucu!!'' diyerek iç çekiyordum. Eminim ikisi iyi anlaşıyordur, peh!

Bella'ya karşı olan kıskançlık dürtümle Angelayı arkadaşlık listemden sildim. Bu gidişte onunla çok atışacaktık. Harika. İlk günden bir düşman edindim bile.

Herkesin şu yoğurt suratların masasına hayranlıkla bakmasına akıl erdiremiyordum. Pekala uzakta olsalar bile güzel oldukları belli oluyordu ama... Hadi ama? Onlar okulun ışıldayan yıldızlarıydı, tamam. Ama bu kadar da dikkat çekmeleri çok mantıksızdı? Parlak oyuncu olmayı kim isterdi ki? Cullenlara acıyordum.

''Yoğurt suratları dikizlemeyi keser misiniz kızlar?'' dedim Angela, Jessica ve Bella'ya. Diğerleri pekte umurumda değildi çünkü. Bu kızlar benim arkadaşım olacaklarsa sümüklüğü bırakıp ciddi olmaları gerekti.

Jessica ukalaca sırıttı. ''Neden onlara yoğurt surat diyorsun?'' dedi. Düşünmeden cevap verdim. ''Çünkü onları ilk gödüğümde isimlerini bilmiyordum ve ben de onlara bu ismi verdim. Senin için problem olur mu büyük-kızıl-sümük?''

Şimdi masadaki herkes gülüyordu. Cullenlarla beraber. Aramızda neredeyse on tane masa vardı? Bizi nasıl duyuyorlardı bilmiyorum ama benimle iyi eğleniyor gibiydiler. Onlara aptal aptal sırıtarak kolamı kaldırdım ve sonra önüme döndüm. Şimdi de herkes bana bakıyordu. Ah, bu kasaba çok sıkıcıydı!

''Pekala Bells, buradan hemen gitmeliyiz, çünkü büyük bir patlama gerçekleşecek.'' dedim gülerek. Ona kısacaa şuradan s.ktir olup gitmezsek herkesin ağzının payını vereceğim ve ilk günden hiç arkadaşım kalmayacak dedim ve o da normal olarak beni anladı. Gülüşerek koridorda yürümeye başladık.

''Tamam yetti artık, neden yüzünü bu kadar astığını söyler misin?'' Bella'nın canının bir şeye sıkıldığını 49583859486 kilometre önceden de anlayabilirdim ama bu durum farklıydı. Farklı bir acı çekiyor gibiydi. Daha önce onda hiç görmediğim bir türden.

''Sana anlatacak bir sürü şeyim var, aptal bir şeyi sana anlatarak vakit kaybetmek istemiyorum.'' dedi sırıtmaya çalışarak. Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. Ve sence ben bunu yedim mi bakışı fırlattım. İç çekti ve konuşmaya başladı.

''Bugün bir hafta oldu.'' dedi yere bakarak.
''Ne?'' dedim anlamayarak.
''Okula bugün tam bir haftadır gelmiyor. Onun için endişeleniyorum.'' Yüzünü yerden kaldırmıyordu.
''Kim? Neyden bahsediyorsun Bells, bi b.k anlamadım?'' Saçlarımı karıştırdım.

Tekrar iç çekti. ''Bak bu aslında çok karışık.'' dedi. Tanrım, bana anlatmaya çekinmesine inanamıyordum. Sonuçta ben onun en iyi arkadaşıydım. Bana anlatmayacaktı da, Angela'ya falan mı anlatacaktı. Ona kızgınca baktım. ''Çıkar ağzından şu baklayı, yoksa ben gelip alacağım.''

Ellerini havaya kaldırdı ve anlatmaya başladı. ''Cullenlardan biri. İsmi Edward. Daha onunla tanışmadan bana kötü davranmaya başladı ve... bak ben bilmiyorum. Bana kendimi kötü hissettirdi daha sonra da bir daha okula gelmedi. Bunun benim yüzümden olduğunu düşünüyorum sadece.'' dedi sıkıntıyla. Şu Edward Cullen nasıl bir tipit bilmiyorum ama arkadaşımı üzdüğü kesindi. Onunla konuşsam iyi olurdu. Çünkü böyle gidişte Bella kendini yiyip bitirecekti.

''Saçmalama Bells, onların hepsi ucubeye benziyor zaten.Seninle bir derdi yoktur eminim. Belki de parfümünü beğenmemiştir.'' dedim şakayla omzuna vurarak. Beraber gülüştük ve sonra bana sınıfımın yerine gösterdi. İsyanyolca dersi. Ah, harika.Müthiş eğleneceğim bir sınıf. İspanyolcam berbattır. Kendi kendime düşüncelerimle eğlenirken kolumu buz gibi bir el tuttu.

Nerden geldiğini şaşırdığım soğuklukla gözlerim sonuna kadar açıldı. Kolumu tutan kişiye baktım. Yoğurt suratlardan biriydi. Ufak tefek, diken saçlı bir kız. Gözleri odağını kaybetmiş gibi bana bakıyordu. Öyle korktum ki, bunu dile bile getiremedim.

''Geleceğin karanlık. Görebileceğim tek şey ölüm. Üzgünüm, buraya asla gelmemeliydin. Babanın yanına dön yeni kız.''

Ve sonra gitti. Bunları asla söylememeliydim üzgünüm, gibisinden bir şeyler zırvalayarak gitti. Kendimi öyle kötü hissettim ki bütün ders boyunca sadece o kızın dediklerini düşündüm. Geleceğin karanlık derken ne demek istiyordu? Hem ölümden de bahsetmişti. Tanrım, nereye düşmüştüm ben? Yoksa Forks kasabasının diğer ismi Ucubeler Diyarı mıydı? Oh, deliriyordum.

Unut gitsin Eve, hemen gidip yatağına yatmalısın ve yarının güzel bir gün olacağına inanıp uykuya dalmalısın. Ah, babamın söyledikleri bu kez işe yaramayacak gibiydi. Başımı sallayıp diğer sınıfa doğru ilerledim. Aptal Biyoloji dersi. Daha önceden okuduğum okulda bu konuları çoktan geçmiştik o yüzden sınıfta süper zeka gibi görünüyordum. Parmak kaldırmadan öğretmenin sorduğu bütün sorulara cevap veriyordum.

Bazıları bunu inir bozucu buluyor bazıları ise muhteşem olduğunu düşünüyordu. Ben mi? Ben ise sadece zaman kaybı olduğunu düşünüyordum. Ama isyan etmemem gerekliydi. Burada kalacaksam buraya ayak uydurmam gerekliydi. İç çekerek Bella'yı bulmaya çalıştım. Hiçbir yerde görünmüyor gibiydi. Kafeteryaya da inmeye üşeniyordum. Ona Edward Cullen'ın neye benzediğini soracaktım.

Sonuçta bu ucube benim arkadaşımın canını sıkmıştı ona gününü göstermem artık benim için farzdı. Sonra Bella'yı aramayı bırakıp Edward denen çocuğu aramaya başladım. Yoğurt suratları bulmak kolaydı fakat diğerlerine dikkatli bakmamıştım. O zaman koskoca okulda onu tasıl tanıyacaktım ki?

Edward Cullen, lanet olası şey. Nerelerdesin?

''Merhaba?'' dedi bir kez. Arkamı döndüğümde bronz saçlı, uzun boylu, bal rengi gözlü biriyle karşılaştım. Hem de iki üç santim ötemde. ''Hah, yoğurt surat 5.'' dedim. Bu Edward Cullen mıydı? Beni nasıl bulmuştu? Ya da ben onu nasıl bulmuştum?

Sivri dişlerini göstererek sırıttı. ''Beni çağırdığını duydum?'' dedi. Onu bu çağırmıştım? Sonra aklıma az önce düşündüğüm şey geldi. ''Sanırım sesli düşünmüş olmalıyım.'' dedim. Kafası karışmış gibiydi. Aldırmadım, hemen onunla konuşup Bella'yı bulmam lazımdı. Hakkını vermem gerek Bella, yakışıklı bir ucubeye aşık olmak tam da sana göre.

Edward'da benimle birlikte sırıttı. Şaşkın bir sırıtıştı bu. Sanki neler düşündüğümü görmüş ve bundan korkmuş gibi. ''Pekala yoğurt surat. Kısa ve öz sorunumu anlatıp buradan s.ktir olup gideceğim tamam mı?'' dedim. Ukalaca sırıtarak başını salladı. Nerden geldiğin bilmediğim yüzüne yumruk atma dürtüsünü son anda engelledim. Suratının tam ortasına geçirsem sorun olur muydu ki?

''Bella'yı üzüyorsun, senin ne tür bi ucube olduğunu bilmiyorum ama ondan uzak dur. Sizin gibileri çok gördüm ben. Beyaz dişler, güzel çarpık gülüş. Bella'ya asla çamur atmayacağını biliyorum. Bu yüzden onu umutlandırma. Git ve pembe lolipoplu kızlarla gününü gün et. '' dedim tek nefeste. Sırıtması genişledi ve bu beni daha çok rahatsız etti.

''Hey, ben Bella'yla eğlenmiyorum, beni yanlış anlama.'' dedi ciddi olmaya çalışarak.
''Oh, o zaman gecenin bir yarısı beyaz kıçında benim topuklu ayakkabımın izini gördüğünde sende beni yanlış anlama tatlım.'' dedim ve yapmacık bir gülücük yollayarak orayı terkettim.

Kalbim çok hızlı atıyordu. Fazlasıyla sinirliydim. Bütün bu öfke öyle fazlaydı ki, gözlerim halisünasyon görüyordu. Koridordaki ışıklar bir yanıp bir sönüyordu. Bir an bunu ben yaptım sandım fakat hepsi teker teker patlayınca korkudan bütün bu düşüncelerimi unuttum. Her an altıma kaçırabilirdim. Florosanların derdi neydi böyle? BENİ KORKUTMAK HOŞLARINA MI GİDİYORDU?

Teknik yardım geldiğinde bugünlük bu kadar maceranın yeterli olduğunu düşündüm. Hemen eve gitmem gerekliydi. Bir günde iki Cullen yeterince fazla gelmişti zaten. Bella'ya kısa bir mesaj yollayıp arabama bindim. Hala halisünasyon mu görüyordum yoksa gerçek miydi bilmiyordum ama dikiz aynasından baktığımda tüm Cullenların korkuyla okulun kapısından bana baktıklarını gördüğüme yemin edebilirdim.

İç çekerek eve doğru sürdüm. Yolda en sevdiğim şarkının nakarat kısmını söyleyerek kafamı dağıtmaya çalışıyordum.

Fuck the pain away.
Fuck the pain away.
Fuck the pain away
.

Eve geldiğimde annemle kısaca bir konuşma yapıp yorgun olduğumu söyledim. Yarın her şeyi ince ayrıntısına kadar anlatacağına söz verip yatağıma yattım. Geceleri neden bu kadar huysuz olduğumu bilmiyordum ama içimde bir sıkıntı vardı. Şu aptal Cullen'la görüştüğümden beri Bella için endişeleniyordum. Bella o çocuğa saçma bir şekilde ilgi duyuyordu ve bu hiç sağlıklı değildi. Cullen ucubesi arkadaşımı üzebilirdi ve bu da benim onun o beyaz kıçını tekmeleyeceğim anlamına gelirdi.

Bella'yla uzun süredir görüşmesekte onu tanırdım. Daha önce Mason -içim-bir-tuhaf-oldu hariç hiçbir erkeğe elini sürmeyen Bella bu garip Edward Cullen'dan hoşlanıyordu. Neresini seviyordu bilmiyordum. Edward denen çocuğu gördüğümde yüzüne bir yumruk atasım geliyordu. Bella hiç böyle hissetmemiş miydi? Pek sanmıyordum. Ona daha çok -gömleğinin-içine-birşey-düşmüşse-rahatlıkla-bakabilirim bakışları atıyordu.

Lanet olası ucube Cullenlar. Diken saçlı kız Alice'in buzane elleriyle yeterince şoka uğramamışım gibi bir de bronz saçlı Edward çıktı başıma. Beyaz suratlardan nefret ediyorum. Beyaz suratlardan nefret ediyorum.

21 Ağustos 2011 Pazar

Limonlu Kek 1-2-3. Bölüm

Limonlu Kek



''Kendinden bir parçayı kaybetmek istemeyen herkese.''

Sıradan bir gün. Okula gidiyorum, okuldan geliyorum. Yeşil kanepeme uzanıyorum, tavan arasındaki odamın camından gökyüzüne bakıyorum. Güneşin, bulutların arasından görünmek, o lanet kavurucu ışınlarını göndermek için nasıl da uğraştığına bakarak iç geçiriyorum. Sonra sürekli okuduğum -daha doğrusu çok merak edip ikinci serisini aldığım ama başlamak için hiç o havaya girmediğim, komidimin üzerinde duran - kitabım Mo'nun Gizemi 2 -'yi tekrar elime alıyorum fakat yine ne oluyorsa oluyor ve onu geri bırakarak yine aklım başka yerlere gidiyor.

Artık bundan sıkıldım. Monotonluğuna bakıp bileklere jilet attıracak b.k çukurundaki hayatım benim için iyice anlamsız hale geldi ve bu hiç iç açıcı bir şey değil.

Yeni şeyler yapmalıyım, Yeri yerler görmeliyim. Hayatımı sefil hale getiriyorum. Ben 'bu' değilim, bu olamam. Daha fazlası olmalı, daha fazlasını yapmalıyım.

Hiçbir şey benim için yeterli olmayacak gibi.




 -----

Birinci Bölüm
 Züppenin Teki



''Sen ve senin b.ktan topların, Jones.''

Evet, başlamak için çok güzel bir cümle. Lanet beden dersleri. Yetenekli değildim fakat böyle bir muameleyi de hak etmiyordum. O aptal topu Jones'a geri iade edecektim. Sinirle yerden kalkıp, kafamda yumurta büyüklüğünde olan kırmızığı unutmaya çalışarak okulun aptal sarışını - ki ben de sarışındım, hayır tam olarak sarışın sayılmazdım ama aptal değildim, şey aptallık görecelidir tabi ama bu kız için değil tabi- Rose'un yanına gittim.

''Seni s.rtük.'' Elimdeki topu işaret parmağım ve baş parmağımla kavrayarak onun gözünün içine sokarcasına uzattım. ''Bu topu o deliğe atman gerekirdi, benim iki karışımın ortasına değil!''

Tamam, bu gerçekten sert olmuştu. Normalde asla ama asla böyle bütün spor salonunun önünde bağırmazdım ve kimseye çıkışmazdım. -özellikle de küfürlü.- Bana ne oluyordu? Belki de regl olmuştum?

İçten bir öksürük fırlattım. Ah, hayır. Hiçbir şey hissetmiyordum. Peki nereden geliyordu bu sinir, bu stres?

''Hey üzgünüm Eve, Bunu isteyerek yapmadım.''

Jones'un hey-ben-dünyanın-en-iğrenç-sesli-kızıyım-bana-bakın-ve-kusun diye bağıran cırtlak sesiyle kavga-arasında-uzun-düşünme-seanslarımı terkedip yine sinirli halime büründüm.

''Aha, tabi. Bende bakire değilim zaten.'' diye söylenerek spor salonunu terk ettim.

Bu yaptıklarım çok yanlıştı. Öncelikle -hala- bakire olduğumu tüm salonun önünde -sessiz ama bir o kadar da anlaşılır bir şekilde söylemiştim ki bu yaptığım en büyük hataydı. Daha sonra Müdür Noble okulun içinde uygunsuz kelime kullandığım için beni odasına çağırdığında ona orta parmağımı göstermiştim. Eh, bu yaptığım daha kötüydü.

Ve son olarak yaptığım şey ise kendimden nefret etmeme yol açmıştı. Tam bütün bu yaptıklarımdan utanmamı, bana ''Dur artık Eve!'' diyebilecek yakışıklı bir beyaz atlı prensin karşıma çıkmasını dilediğim anda ona çarptım.

Ah, Mason. Evet o çok yakışıklıydı ve tam olarak hayalimdeki beyaz atlı prensti. Ayrıca benim çocukluk aşkımdı ve onun için ölebilirdim. Çünkü -söylemesi gerçekten acınası ama- onu sekiz yaşından beri platonik olarak seviyordum. Normal bir günde olsak onunla flörtleşmek için elimden geleni yapardım -ve o da beni nazikçe reddederdi.- Ehm, benim tabirimde ağzımdan akan salyalardan oluşan -ıyy- denizde boğularak can verirdi. Kısaca onun içine düşmek için her şeyi yapardım.

Fakat sorun şu ki normal bir gün de değildim ve bunların kelimesi kelimesine tam tersini yaptım.

''Hey sen? Önüne baksana?''
''Tanrı aşkına derdin ne senin Eve? Bana çarpan sendin hatırladın mı?''
''Aov, beş saniye önce bana senin çarpıp sonra da üzerime atmanı hemen unuttum, üzgünüm.''
''İçtin mi sen?''
''Canın cehenneme Miller.''

İşte aynen böyle oldu lacivert kaplı limonlu kekim. Sıradan diye adlandırdığım fakat sıradanlığın yanından bile geçmeyen garip günüm böyle sona erdi. Ah! Kendimden nefret nefret nefret ediyorum. Yani o uğrunda tüm o sivilceli lisesi kızlarla ölesiye kavga edilecek biri ve ben bugün onu tersleyerek dünyanın en aptal kızı ödülünü almaya hak kazandım.

Kendimden öyle nefret ediyordum ki gazetelerde şöyle bir başlık ortaya çıkabilirdi. ''Cinnet geçirip kendini 32 yerinden bıçaklayan E.T ve bütün bu olayların oluş sebebi olan M.M 'Benim olayla hiçbir ilgim yok' dedi.''

Ah, harika. Bravo Eve Tyler. Sen harikasın. Dünyanın bir numaraları kalın kafalısısın. -Ayrıca kendine en çok hakaret eden adayı- Artık yeşil kanepen bile senin sıkıntılarını geçiremeyecek çünkü tam bir moron gibi davranıyorsun.

Unut gitsin Eve, hemen gidip yatağına yatmalısın ve yarının güzel bir gün olacağına inanıp uykuya dalmalısın. Aynı babamın söylediği gibi. Yeni bir gün için uykuya dalmalıyım. Sanırım biraz uyku iyi gelebilir.


Sabah uyandığımda gerçek bir şapşal gibi hissediyordum. Dün yaptığım o bütün aptallıklar. Tanrım, bir daha hatırlamamaya çalışmak daha iyidir herhalde. Bugün hepsini telafi etmeliydim. Evet, bugün asla yapmayacağım bir şey yapıp önce Mason'u bulacak sonra ondan özür dileyecektim. Ondan bütün bu olanları unutmasını isteyecektim, çünkü kabul ediyorum ki fazla tepki vermiştim. Belki sonra ona aşık olan diğer kızların yaptığı Mason'a-ölme-seanslarına tekrar katılıp onun sevgisini de kazanabilirdim. Bugünlük bir özür yeterli olacaktı. Fazlasını istemek aptallık olurdu herhalde, her neyse.

Okulun aşina olduğum kapısının önüne gelince biraz bekleyip nefes almaya çalıştım. Yanımdan geçenler bana bakıp kendi aralarında konuşmaya başladıklarında ne kadar garip göründüğümü farkettim ve -bunun altında kalmamak için- onlara sinirli-pantere-benzemeye-çalışan-kedi bakışlarımdan birini fırlattım. Tabi onlarda -sonunda- işlerine bakmayı öğrenmişlerdi.

Evet, sonunda Mason'la olan ortak derslerimizden birine girdim ve bomboş sınıfta oturup bekledim. Oh, sanırım biraz (!) erken gelmiştim.

Biraz sonra Biyoloji sınıfından arkadaşım olmaya çalışan kız Donna gelip izin almadan yanıma kuruldu ve okulda dönen tüm dolapları -yine ben sormadan- anlatmaya başladı. Aslında anlattıklarının hiçbiri umurumda değildi. Nick'in Vanessa'yı onun ruhu bile duymadan nasıl aldattığı ilgi alanlarımın fazlasıyla dışındaydı. Benim merak ettiğim tek şey, dünki sinir topağı halimden kimsenin bahsedip bahsetmediğiydi.

Ah, tabi bir de Müdür Noble vardı. Hay lanet!

''...Ve sonra, Nick'in yaptıklarını öğrenmiş ve başta Cass olmak üzere bütün kızları ya pataklamış ya da ders vermiş.Ah, Eve! Buna inanabiliyor musun?'' Ben cevap vermeyince devam etti. ''Cassie Black, vay canına. Vanessa'yı benim yapamadığımı onun yaptığı için kutlamak gerekir.''

''Ya, ya. Tabi.'' Donna anlattıklarına karşı ilgisiz olduğumu anlamıştı sonunda. Yani sanırım öyleydi, çünkü yeni, ilgimi çekecek hikayeler arar gibiydi. Daha sonra burnunu kırıştırıp bıyık altından gülümsedi.

''Senin hakkında duyduklarım da pek iç açıcı şeyler değil, Tyler. Dün Rose'a haddini bildirmişsin.'' dedi gururlu bir ses tonuyla. İşte Donna benim ilgi alanıma giriş hakkı kazanmıştı. Tabi bunların hepsi ağzımdan laf almak içindi, bunu biliyordum ve ben de o lafları ona seve seve verecektim. Aklanmak istiyordum ve bütün Disney filmlerindeki gibi mikrofonu alıp tüm okulun önünde 'ben suçsuzum, bütün olanları içimdeki sarışın s.rtük yaptı. Ben günahsızım' diye bağırmama gerek yoktu. Donna'yla konuşmakta aynı anlama gelirdi.

''Sadece o değil Donna, Müdür Noble'a ve Mason Miller'a da haddini bildirdim.'' dedim utancımı gizlemeye çalışarak ve büyük bir çoğunlukla başaramayarak. Donna bana çölün ortasında kutup ayısı görmüş şaşkın maymun modeline bürünerek, gözlerini sonuna kadar açıp bana bakıyordu.

''Aman Tanrım, seni kör olası Eve Tyler. Sen de kimsin böyle?'' dedi şaşkınlık ve alay dolu bir ses tonuyla. Doğruyu söylemek gerekirse daha çok alay baskındı.

''Ah, evet bende birkaç gündür bunu kendime sorup duruyorum.''  diye mırıldandım kendi kendime. ''Her neyse, bütün bu yaptıklarım tamamen saçmalıktan ibaretti. Sanırım garip bir sinirsel döngüye girdim.'' diyerek devam ettim.

Sınıf yavaş yavaş dolmaya başladı.Neredeyse bir tek Mason gelmemişti. Onunla bu ders konuşmalıydım.

''Ah, neyse. Ben yerime geçeyim.'' dedim ellerimi saçlarıma daldırarak. Donna dedikoduları anlatırken kendime uğraş bulmak için yavaş yavaş döktüğüm çantamı şimişek hızıyla topladım ve iki kolunu da sol kolumun üzerine attım.

''Eve burası zaten senini yerin.'' dedi Donna, dalga geçer gibi. Biliyorum aptal, senden kurtulmanın ve Mason'la yanlız konuşmanın bir yolunu arıyorum, demek isterdim Donna fakat sen bana lazımsın.

''Ah her neyse. Sen otur. Ben Mason'un yanına geçeceğim.''

''Mason'la mı?'' Başımı olumlu bir şekilde salladım. Gözleri yine o kutup ayısı şeysine büründü. ''Ona haddini bildirdiğini sanıyordum.'' dedi bir yalan arar gibi. Gözlerimi bıkkınlıkla devirdim ve omuz silktim. ''Evet, bildirdim.'' dedim kısık bir ses tonuyla. Gururlanmıyordum çünkü ben o asi ergenlerden değildim. Sadece adrenalin patlaması falan yaşamış olmalıydım. Çünkü ben basittim, böyle hırçın falan değil.

Ah, harika. En azından kendimi tanıyorum.

''Ona haddini bildirdim fakat bunu isteyerek yapmadım, yanlış yerde yanlış zamanda oradaydı. Ve şimdi de ondan özür dileceğim.'' diyerek devam ettim kendinden emin bir şekilde.  Hafifçe gülümsemeye çalıştım.

Donna şaşırmış gibiydi. Hiç konuşmadı bana sadece uzun uzun baktı. Aslında biraz hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu.

''Evet,  bu kısım senin 'Haklısın Eve, git ve ondan özür dile.' dediğin kısımdı.'' dedim gergince.

''Saçmalama Eve, ondan özür dileyemezsin. Tamam, amacın kötü değil fakat o sana çok kızmıştır. Gerçekten kalbini kırabilir.  Hem o zaten kötü muameleyi hakediyor. O kötü bi-''

''Hayır Donna o kötü biri değil. Hem olsa bile bütün sinirimi ondan çıkarma hakkını bana kimse vermez. Gidip onunla konuşmalı ve işleri yoluna koymalıyım.''

Fazla ciddi moda girmiştim fakat haklıydım ve inatçıydım. Hem Mason'un okulun bütün kızlarıyla yatması ve sönük insanlara bir sümük gibi  davranması dışında pek kötü bir yanı yoktu.

''Seni affetmeyecek, hatta seninle dalga geçecek.''

''Göreceğiz.'' dedim ve Mason'un her zaman oturduğu sıraya doğru ilerledim. Yanındaki kuzeni Maya'yı yerinden kaldırmam zor olmadı. Sadece bir ders oturacağıma ve ona ''Paramore'' konseri bileti alacağıma söz verdiğimde yerini bana seve seve verdi.. Şimdi yapmam gereken Mason'a açılmak olacaktı. Bir züppe olabilirdi ama Tanrım... Onu seviyordum....


Beşinci ders. Mason için bugün beş ders fazladan çekmiştim. Tanrım, sadece özür dilecektim. Bu kadar uzun sürmesi bile sinir bozucuydu. Sadece, bir özürdü. Her şeyi batırmamak ve bütün lise hayatımı berbat bir şekilde geçirmemek için, bir özür.

Okulun gri koridorlarında yürümeye başladım.

Ayaklarım ağrımıştı, okulda dolaşa dolaşa. Sonunda pes ettim ve okulun bahçesine çıktım. Basketbol sahasının hemen önünde merdivenlere oturdum ve saçlarımı karıştırdım. Sanırım onu bugün bulamayacaktım.

''Hey, bu tarafa. Hayır bu tarafa at şu topu.''

Hemen yanımda geçen basketbol topuna şaşkınlıkla bakarken onu gördüm. İçimi bir heyecan fırtınası aldı ve sonra gözlerimi kırpıştırıp ayağa kalktım. Arkadaki çocukların konuşma seslerini duyuyordum. Mason ise bana özür diler bakışı fırlatıyordu.

''Top için üzgünüm Eve.'' dedi soğuk bir ses tonuyla. Ama gözleri öyle söylemediği için mutluydum. Mason'la bir geçmişimiz vardı. Uzun bir geçmiş. Bunu silip atmadığı için mutluydum.

''A, o hiç önemli değil. Mason a şey, ben buraya senden özür dilemeye geldim. Davranışlarım için.. yani çok... tamam bir aptal gibi davrandım. Üzgünüm.'' dedim olabildiğimce samimi bir ses tonu ile. Mason gülümsedi ve bana yavaşça eğilip konuştu.

'' Unut gitsin bücür, ben unuttum bile. Hepimiz hatalar yaparız, önemli olan bunu anlayıp, özür dilemeyi bilmek değil mi?'' dedi benim ona yıllar önce kullandığım aynı kelimeleri kullanarak.

''Sen nasıl ha-'' Sözümü kesti. ''Ben her şeyi hatırlıyorum.'' diyerek gülümsedi ve oyununa devam etti.

Pekala böyle güzel bir muamele haketmiyordum. Ben Donna'nın söylediği gibi bana bağırıp çağıracak diye düşünmüştüm. Gerçi şöyle baştan sona düşündüğümüzde pek büyük bir hata yapmamıştım. Ama bana gerçekten nazik davranmıştı.

Gülümsedim ve aklıma geçmişteki şeyler doluştu.

''Eve, seni bücür. Versene şunu bana!'' diye bağırıyordu Mason. Onu peşimden koşturmayı seviyordum. O zamanlar boyum ondan kısaydı ve o da benimle 'bücür' diyerek dalga geçiyordu. Aslında çok sıradan bi lakaptı.

''Hayıır, onu Bella'ya götüreceğim. Ona almıştın bunu, neden vermiyorsun ki?'' diyordum ve de bir yandan çocuk gibi koşuyordum. Pekala, boyum kısaydı ama ondan hızlı koşuyordum.

''Çünkü onla küsüz!! Ver şunu banaaa!'' diyerek uzatıyordu kelimeleri ben daha hızlı koştukça. Ama o zamanlar çok çılgındım ve durmuyordum, kahkahalar atarak Bella'nın evine doğru koşuyordum. Şu çayırlığı geçtiğimde onların evine gelecektim bu yüzden hızlanmam gerekiyordu.

Ben hızlı koştukça o geride kalmıştı ve ben de Mason'un verdiği kolyeyi sallayarak yavaşlamıştım. Onu geride bıraktığımı düşünüyordum fakat geride değildi. Bana tuzak kurmuştu ve toprak yoldan gelip önümü kesmişti. Ben kaçmaya başlayınca üzerime atlamıştı.

Ben elimden alamayınca kahkaha atarken o da parmaklarımı açmaya çalışıyordu. En sonunda beceremeyince o da benim gibi gülmeye başlamıştı. Daha yeni 8 yaşıma girmiştim ve onu çok seviyordum. Yani bunu ondan Bella'yı kıskandığımı anladığımda anlamıştım. Onu seviyordum.

O gün beni öpmüştü. Ağladığımı gördüğünde ise bir sürü şey söyleyip isteyerek olmadığını söylemişti. Oysa ki ben sevinçten ağlamıştım ama bu onu hiçbir zaman anlamamıştı.

Ertesi gün evime özür dilemek için geldiğinde ona aynı bu kelimeleri kullanmıştım. Bücür hariç tabi.

'' Unut gitsin, ben unuttum bile. Hepimiz hatalar yaparız, önemli olan bunu anlayıp, özür dilemeyi bilmek değil mi?'' diyerek kapıyı suratına kapatmıştım. Ondan sonra da bütün bağlarımız kopmuştu zaten. Bella Arizona'ya taşınmıştı. Bizde Mason'la burada, Teksas'ta kalmıştık. Birbirimizi, çocuklukta olan arkadaşlığımızı unutarak.

Geçmişi, beni öpüşünü hatırlayarak ve nazik davranışına karşı gülümseyerek oradan uzaklaştım ve eve doğru yürüdüm.

Eve geldiğimde anahtarımı koltuğun üzerine attım. Anahtarımı koltuğun üzerinde görünce muhtemelen babam yeni çıkardığım anahtarımı da kaybedeceğimi söyleyip duracaktı. Allah'tan bugün yenisinin de yedeğini çıkarmıştım. Ona gerekçe olarak gösterebilirdim.

Babama seslendim. Bu saate çoktan eve gelmiş olmalıydı fakat cevap vermiyordu. Banyoda olmalıydı çünkü su seslerini duyabiliyordum. Yine kıyafetlerini unutup girmiş olmalıydı. Banyonun kapısının önüne baktım evet gerçektende kıyafetlerini almamıştı.

Gülerek odasına girdim ve karşımda bütün çıplaklığıyla duran esmer bir kadın gördüm. Ağzım açık kalmıştı. Kadın pişkin pişkin sırıtıyordu, hem de v harfilye başlayan organını göstermekten çekinmeyerek. Hemen çarşaflardan birini üzerine attım.

''Sen de kimsin ve burada ne halt ediyorsun?'' Kadın pişkince sırıtmaya devam ederken yüzüne bir yumruk atmamak için kendimi zor tuttum.

''Babanın dostuyum ve... bir iş üzerinde çalıştık.'' dedi sırıtmasını yüzünden hiç ayırmayarak.

''Nasıl bir işmiş bu böyle?!!'' dedim burnumdan soluyarak.
''Kıyafetlerimizi çıkartmamızı gerektiren bir iş.'' diyerek göz kırptı ve bu da son damlaydı. Saçından tuttum ve onu üzerine giymeye fırsat bile bulmadan dışarı yolladım. Arkasından bir sürü küfür ettim ve bizim evimizden çıktığı için çarşafı da onunla birlikte sokağa attım.

''Canın cehenneme, s.rtük!!''

Hemen odama gittim ve eşyalarımı topladım. Bütün herşeyimi iki bavulun içine sığdırdım, kıyafetlerim hariç herşeyimi evde bıraktım. Bu kadarı bugün için yeter de artardı bile.

Babam annemi aldatıyordu! Henüz boşanmamışlardı ve bu aldatmaya girerdi!

Eşyalarımı kapıya çıkardım ve üzerimi değiştirdim. Babam banyodan çıktığında onunla güzel bir konuşma yapacaktım. Annemi bir sürtükle aldatamazdı, bu çok aşağılıkçaydı. 




İkinci Bölüm
İhtiyaç Listesi: Bir Araba!



Tırnaklarımı kemirmek artık sinirlerimi gevşetmiyordu.

Babamın odasının önünde yere çökmüştüm ve neredeyse 15 dakika boyunca şarkı söyleyerek suyla oynayışını dinliyordum. En sonunda veda falan etmeden gitmeyi düşündüğüm sırada banyonun kapısının kapandığını duydum. Babam karşımda beline havlusunu bağlamış bir şekilde duruyordu. Beni gördüğündeki şaşkın bakışlarına gülmek istedim ama gülemeyecek kadar sinirliydim.

''Eve?'' Saçlarına sardığım havlusunu eline aldı. ''Baba?'' dedim sesimdeki çatlamayı duymazdan gelerek. Sinirden ağlama krizlerinden birine yakalanmamak için gözlerimi kırpıştırdım.

''Sen, erken geldin sanırım.'' dedi endişeli bir tonla. Oturduğum yerden kalktım ve babamın odasına girmesine izin verdim. ''Evet, erken geldim ve şimdi de gidiyorum. '' dedim gülmeye çalışarak. Sol ayağımın üzerine yüklendim ve komidine yaslanıp sağ ayağımı ritimsizce yere vurmaya başladım.

Ciddi sinirsel problemlerim vardı.

Babam odaya göz gezdirip rahat bir şekilde iç geçirince histerik bir kahkaha attım. ''Ah evet, s.rtüğünü yolladım.'' dedim. Daha sonra babamın çekmecesinden pasaportumu ve geri kalan bütün evraklarımı aldım. Hızlıca merdivenlerden indim ve kapının önüne bıraktığım sırt çantamın ön gözüne koydum hepsini.

''Ne? Sürt- Natalie'den bahsediyorsun.'' dedi babam gergince. Güldüm. ''Hım, Natalie demek. Sürt.k daha hoş duruyor.'' diyerek sırt çantamı yerden alıp sırtıma taktım diğer valizlerimi de ellerime aldım.

''Eve, ne diyorsun? Nereye gidiyorsun? Sence de fazla büyütmedin mi?''

Babamın bu yüzsüzlüğü karşısında çok şaşırdım. Benden özür dilemesini, anneme böyle bir şey yapmanın gerçekten haksızlık olduğunu söylemesini bekledim. Fakat o yanlızca 'Her erkek bunu yapar, bunlar normal şeyler. Otur, konuşalım' diyordu.

Ah, evet. Bu benim babamdı.

''Çok büyük bir hayal kırıklığısın David!'' diyerek kapıyı çarpıp evden çıktım. Öncelikle bu biraz sert olmuştu, onu belirtmeliydim. Sonradan pişman olacağım şeyler yapmaktan çok korkardım.

Bir arabam yoktu. İhtiyaç duymamıştım çünkü okulum yakındı ve ben de yürümeyi severdim. Babam da her sinirlendiğimde çekip gittiğimi bildiği için bunu sorun etmiyordu. Şimdi bir arabaya ihtiyaç duymuştum işte. O yüzden beni havaalanına kadar sorunsuz bir şekilde götüreceğine inandığım tek insanın evine gittim.

Mason'ın.

''Pekala, bu fazla yüzsüzce biliyorum ama beni havaalanına götürmelisin.'' dedim Mason kapıyı açtığında.

''Ne? Eh, tabi. İçeri gel.'' dedi şakınca kekeleyerek. Bu durumda onun yerine benim kekelemem gerekiyordu. Üzerinde hiçbir şey yoktu. Merlin'in sakalı! Mason'un göğüsleri tam karşımda -bize-asla-sahip-olmayacaksın-sürt.k diye bağırıyorlardı adeta.

İç geçirip bu fantezili hülyalardan çıkmak için başımı salladım ve Mason'ın teklifini kabul ederek içeri girdim. Salona ulaştığımızda evin ne kadar dağınık olduğunu görüp gülümsedim. Mason asla toplu bir çocuk olmamıştı. Genelde o dağıtırdı, ben de toplardım.

Saçlarını karıştırdı. ''Sana kahve yapayım.'' dedi. ''Ah, hayır. Teşekkür ederim ama buraya gelmeden önce yeterince içtim zaten.'' dedim ve Mason'a gelmeden önce kafamı toplamak için uğradığım kafedeki tüm kahveleri bitirdiğimi hatırlayarak artık bir yıllık kafein ihtiyacımı karşıladığımı düşündüm.

''Oh, peki. Seni neden havaalanına bırakmamı istiyorsun? Ayrıca bu valizlerde ne Eve?'' dedi koltuğun başına oturarak. Hemen karşısındaki koltuğa gömüldüm ve her zaman yaptığım gibi sol bacağımı sağ bacağımın üzerine atıp somurttum.

''Evi terkediyorum.''

Mason güldü. ''Eh, bunu sürekli yapıyorsun bana farklı bir şey söyle.'' Pekala normal bir çocuk olduğumu söylemiştim, yalan söylemiyorum. Evden kaçmaları saymazsak öyleyim.

Gerçekten kimse Teksas'ı terkedebileceğimi düşünmüyor muydu? Babam gideceğimi söylediğimde endişelenmemişti. Oysa ki velayetimi üzerine almak için uğraştığını biliyordum. Mason'ın da beni sevdiğini -yani bir şekilde sevdiğini -biliyordum. Peki niye hiç yıkılmamıştı? Hayal kırıklığına uğramıştım.

''Hayır bu sefer ciddiyim. Herşeyimi topladım. Annemin yanına, Forks'a gidiyorum.''

Mason gözlerime baktı ve kararlılığımı gördü. ''Oh, evde bir şey mi oldu?'' dedi ciddiyete -sonunda- bürünerek. Gözlerimi kapattım ve güldüm. ''Sıradan şeyler.''

''Sıradan şeyler yüzünden babanı terkediyorsun ve Tanrı'nın unuttuğu bir yere, Forks'a gidiyorsun. Eve, ne olduysa bana hemen anlatıyorsun.''

Tekrar güldüm. Mason endişelendiğinde işte böyle oluyordu. Saf ama tatlı. Onu bırakıp gittiğime inanamıyordum ama babama bir ders vermeliydim. Bir gün saçma bir konuşmada 'erkeklerin ihtiyaçlarının olduğu'ndan bahsetmişti. Bence böyle bir saçmalık yoktu. Bence erkeklerin o lanet olası uçkurlarını tutamadıkları gerçeği vardı.

''Babamın evinde bir kadın vardı. Adı Natalie, onu annemin odasında gördüm. Hem de çıplak. Görünüşe göre işi pişirmiş gibiydiler. Tanrım bunu söylediğime inanamıyorum.'' dedim ve ensemi yakan saçlarımı topladım. ''Annemin odasında küstahça davrandı ve de ben onu evden attım. Çıplakken.'' dedim Mason'a bakarak.

Hiç şaşırmışa benzemiyordu. Hatta dahası olduğunu bilir gibiydi. Beni gerçekten iyi tanıyordu. Daha fazlasını konuşmak istemedim o yüzden bir espri yaptım. Kötülerinden.

''Merak etme, ailemizi aşağılamadım. Ona bir çarşaf verdim.'' diyerek göz kırptım. Tanrı aşkına, gittiğim için üzülmüyor muydu?!

''Her neyse.'' dedim hayal kırıklığı içinde kaybolurken. '' Hadi gidelim.''


Arabadan indiğimde Mason üzgün görünüyordu. Tam olarak ne için üzgündü bilmiyorum fakat bu benim de canımı sıkmıştı. İç çekerek Mason'ın arabası, Chrysler'dan indim. Mason valizlerimi indirdi ve ikisini de eline aldı. Bana sadece sırt çantamı bırakmıştı.

Çok kibardı ama buna ihtiyacım yoktu.

''Burdan sonrasını ben hallederim Mason, çok teşekkür ederim.'' dedim. İç çekti ve yüzünü buruşturdu. ''İçim hiç rahat değil Eve, bir anlık sinirle hareket ediyorsun. Houston'dan Forks'a gitmek istiyorsun, delilik bu.''

Güldüm ve ona sarıldım. Bunu içimden geldiği için yapmıştım çünkü bu şansı bir daha elde edemeyebilirdim. Babama bir ders vermek istiyordum, dersini alınca geri dönebilirdim fakat bu şans bir daha elimde olmayabilirdi.

''Merak etme, o kadar da zor olmamalı. Bir kaç uçak seyahati ve biraz araba yolculuğu. En fazla ne kadar zor olabilir ki?''

İçimden gelen ağlama hissini bastırmaya çalıştım ama gözlerim yine de dolmuştu.

''Eve.'' dedi ve derin bir nefes aldı. Bunun ardında bir 'seni seviyorum' vardı ve bu şimdiki zamana hiç uygun değildi. Ah, hayır. Bunu şimdi yapmamalıydı.

''Seni-'' Dudaklarına kapandım. O kelimeyi şimdi duymak istemiyordum. Onu seviyordum evet, o da beni seviyordu fakat bir karar vermiştim. Gitmek istiyordum ve aşk duygusu önüme engel olmayacaktı. Zaten burada beni tutan başka bir şey de yoktu.

Küçük ama masum bir öpücüktü fakat her saniyesine değerdi. ''Biliyorum Mason. Biliyorum.'' dedim ve gülümseyerek valizlerimi yerden aldım. Gözlerine baktığımda oradaki hüznü görebiliyordum.

Ah, ona gitmemeliydim. Gitmemeliydim.

''Saçma sapan bir şey yüzüne evini terk ediyorsun. Madem biliyorsun peki ya neden gidiyorsun?''

Tekrar gülümsedim. ''Bunları bana 10 yıl önce söyleseydin Mason, belki burada kalmam için güzel bir neden olabilirdi. Bir nedeni yok, sadece annemin yanına gitmek istiyorum.''

Şuan arkada Leona Lewis şarkılarından bir tanesi çalsaydı tam filmlerdeki gibi veda sahnelerine dönebilirdi. Ağlayan bir erkek, gitmek isteyen garip kız ve şarkı. Her şeyiyle filmleri andıran garip sahne.

''Hoşçakal Miller.'' dedim ve göz kırparak bilet almak için girişe doğru ilerledim.

Tuhaf yolculuğumun sonunda uçaktan inebilmiştim. Kusacak gibi hissediyordum. Midem sürekli bulanıyordu. Bir araba kiralamalıydım. Sanırım o kadar param vardı. Taksiye bindim ve herhangi bir bankamatiğin önünde durup ne kadar param olduğuna baktım.

Yeterince vardı.

Derin bir nefes aldım. İçim rahatlamıştı. Üniversite için baya bir para biriktirmiştim. Annem ve babamda yardımcı olmuşlardı. Eh, planlarımın arasından üniversiteyi büyük bir yerde okumak artık yoktu. O yüzden paramı okulun yanında bir ek iş bularak harcayabilirdim.

Artık geleceği düşünmüyordum.

O yüzden en yakın galeriye gidip mütevazi bir araba kiraladım daha sonra da haritaya bakarak annemin evini işaretledim. Çok fazla yolum yoktu. O yüzden bu çok yorulmayacağım anlamına gelirdi.

Annemin evine doğru sürdüm.






Üçüncü Bölüm
Tanrının Espri Anlayışı


Yeni evimin kapısından içeri girerken başım dönüyordu. Annem şaşkındı. (çünkü ona geleceğimden bahsetmemiştim.) Ama ben ona açıklama yapmakla ilgilenmiyordum. Bir an önce uyumak ve o yabancıyla ilgili hülyalara dalmak istiyordum.

Tanrım, Mason'ı ne kadar da çabuk unutmuştum?

''Eve.'' dedi annem şaşkınca.

''Merhaba anne.'' dedim ve bavulumu arabada unuttuğumu hatırladım. Annem hemen yolumdan çekildi ve beni her zaman ki nazikliğiyle içeri davet etti.

''Tatlım, oh. Çok bitkin görünüyorsun.'' dedi ve gelip bana sarıldı. '' Sana hemen papatya çayı yapayım, yorgunluğunu alır canım.'' dedi ve bana cevap verme şansı bırakmadan korkulu gözlerini benden kaçırarak mutfak olarak tahmin ettiğim yere gitti.

Annem her zaman ki annemdi.

Beni neden geldiğim hakkında sorgulamamıştı bile. Öyle nazik, öyle kibardı ki ona tapıyordum. Babamın böyle bir kadını nasıl aldattığına -bir de üstüne üstlük boşanabildiğine- inanamıyordum.Bu hiç adil değildi.

Bir kaç dakika sonra annem yanıma geldi, elinde bir fincan çay vardı. Ayrıca küçük bir örtü de getirmişti.  Koltuğun üzerinde ruhumdan tamamen uzak olan bedenimin üzerine örtüyü örttü ve fincanı elime tutuşturdu.

Hemen karşıma oturmuştu. Gözlerindeki korkunun sebebini deli gibi merak ediyordum.

''Beni kabul ettiğin için teşekkürler anne.''

''O nasıl söz öyle ufaklık?'' dedi annem kızarak. Uzanıp alnımdan öptü. ''Kapım sana her zaman açık. Sen benim kızımsın.'' Ellerini ovuşturdu. Sanki bir şey sormak istiyormuşta cevabımdan korkuyormuş gibiydi. Tanrım, burada kalmak zorunda olduğumu mu anlamıştı acaba?

Ona yük olmak istemiyordum ama gidebileceğim başka bir yer yoktu.

Konuşma yapmak istemiyordum fakat bu gerekiyordu. Kendimi azarlanmaya, istenmemeye ve en kötüsü de yalvarmaya alıştırmam gerekiyordu. Çünkü eğer annem gitmemi isterse ona kalmam için yalvaracaktım. Ne onurlu!

''Çıkar ağzındaki baklayı anne.'' dedim. Beni yanında istemediğini, sana ayak bağı olduğumu söyle. Babamla da bu yüzden ayrılacağınızı itiraf et, durma.

''Şey... tatlım. '' Derin bir nefes aldı. ''Babana bir şey mi oldu?''  Gözlerim öyle açıldı ki bir an yuvalarından fırlayacaklar sandım. Ne.. Bab-? Ne?!

''Lütfen benden saklama Eve, eğer ona bir şey olduysa bana söyle. Bunu bilmek benim hakkım.'' dedi gözleri dolarken. Hemen açıklama yapma gereği duydum. Yüce İsa! Ben ne düşünüyordum,  o ne diyordu!

Bir an öyle utandım ki...

''Vov, vov. Hayır anne, babama bir şey olmadı.'' dedim. Gerçeği söyleyip söylemediğimi anlamak için ifademi tamamen süzdü. ''Gerçekten anne, o iyi. Çok iyi.'' dedim. Hiç iyi olmadığı kadar iyi. Hatta o kadar iyi ki eve kız atıyor, kızı bu kızı sokağa atıyor ama o bunu umursmaıyor bile, düşün yani, diyerek içimden ekledim.

''Ah, peki.'' dedi annem içi rahatlamış gibi. Onu hala önemsemesinden, ona değer vermesinden nefret ediyordum. Sadece unutup  hayatına devam edemez miydi ki? Böyle bir ihtimal hiç mi yoktu?

Tekrar bir şeyleri merak eden ama sormaya çekinen kadın moduna girdi. Bu artık sinir bozucu olmaya başlamıştı.

''Ah, pekala.'' dedim ve daha yarısını bile içmeden soğuyan papatya çayını masanın üzerine bıraktım. ''Bu konuşmayı gerçekten yapmak istemiyorum.'' dedim. Eh, babamın annemi nasıl aldattığını anneme ince ayrıntısına kadar anlatmak biraz mide bulandırıcıydı. Tavrım normaldi. ''Ama gerekliymiş.'' diyerek sızlandım. Olayları Natalie kısmını hızlıca geçiştirerek yavaş yavaş anlattım.

''İşte aynen böyle. Evi terkettim. Biliyorum sana yük olacağımı düşünüyorsun ama olmayacağım anne. Burada olduğumu bile hissetmeyeceksin. Yeteri kadar param var ve bir işe girip eve yard-''

''Dur, dur bir dakia. Yani... yani benimle mi kalacaksın? Bunu gerçekten istiyor musun? Babanı biraz süründüğüm geri döneceğini sanıyordum?'' dedi şüpheyle.

İç çektim. Bunu anneme nasıl anlatabileceğimi bilemiyordum. Geri dönemezdim. Mason'ı terk etmiştim bir daha geri dönersem acılarına tuz banacaktım. Ama anneme bunu anlatmadım, o olsa sorunlarımla yüzleşmem gerektiğini söylerdi. Ben de başka bir bahane sundum.

''Ne kadar kalacağımı bilmiyorum anne. Babam pek arkamdan geliyormuş gibi görünmüyordu. '' dedim ve saçlarımı karıştırdım. ''Dediğim gibi sana yük ol-''

''Ah, kapa çeneni Eve!'' dedi annem alınmış gibi. ''Böyle düşündüğüne inanamıyorum. '' dedi kızgınca. Ardından toparlandı. ''Burada istediğin kadar kalabilirsin. Ben senin annenim, ufaklık. Bana yük olmazsın, aksine evimi neşelendirirsin.'' dedi ve gülümsedi. Ardından neşeli bir sesle devam etti. ''Doğrusunu söylemek gerekirse evi terkettiğine sevindim bile. Ah, Tanrım. Keşke hiç eve gitmesen Eve.'' diyerek ufak bir sevinç çığlığı attı annem.

Bana tekrar sarıldı.

''Her neyse, çok bitkinsin. Uyumalısın tatlım. Yarın bol bol konuşuruz bebeğim.'' dedi. Bana küçükken sürekli bebeğim ya da ufaklık derdi annem. Yani eskiden. Bir aileyken...

Başımı sallayıp bu acı veren anılardan kurtulmaya çalıştım. ''Ah, evet.'' dedim yorgunluğumu hatırlayarak. ''Bana misafir odasını gösterir misin anne?''

Artık baş ağrım çekilmez hale geliyordu, bunun sebebinin uyku olduğunu düşündüm.

Annem genişçe sırıttı. ''Benim daha iyi bir fikrim var.''

Annemin evi babamın evinden çok daha büyüktü. Neredeyse üç katlıydı ve bir sürü odası vardı. Açıkçası kalacak yerim çoktu. Bunu hiç dert etmiyordum. Ama annem geçtiğimiz bütün odalara bakıp 'hayır-bu-değil' bakışı atıyordu.

Annemin durumunu hep unutuyordum. Hey? Ben zengin babasını yapyığı hatalar yüzünden terk edip yerine fakir annesini seçen kızlardan değildim. Ve bu da bir dizi değildi. Kendi saçma sapan düşüncelerime sırıtırken annemin ve babamın para konusunda ne kadar da çok kavga ettiklerini hatırlayarak yüzümü buruşturdum.

''Huh.'' dedi annem. Ve bütün o kötü anılardan arındım. ''İşte.'' diyerek sırıttı. ''İşte burası senin odan.'' Bu muthiş devasa odayı bana veriyordu. O içeri girdi, ben de peşinden.

Oda çok güzeldi.

Lacivert renginde nevresim takımı vardı. Duvarlar fil dişi rengindeydi ve mobilyalarım hem modern hem de eski duruyordu. Ders çalışma masasının yanında sallanan bir sandalye ve hemen onun yanında da kitaplarımı koymam için güzel bir komidin vardı. Bu oda çok fazla güzeldi. Ama misafir odasına benzemiyordu. Benim resimlerim vardı ve-

''Anne, bana bir oda ayırdığına inanamıyorum!'' diyerek şakıdım. Neredeyse ağlayacaktım. Annemle hiç anlaşamazdık. Daha doğrusu ben anlaşamazdım. Sürekli tatsızlık çıkarıp dururdum. Şimdi annemin onun evine hiç gelmeyeceğimi bildiği halde bana muhteşem bir oda ayırması, bu çok özeldi.

''Alt tarafı bir oda Eve. '' dedi mütevazi bir şekilde. ''Bir gün gelirsin diye umuyordum. Aslında o da senin burada olduğunu hissettiriyordu.'' dedi acı acı gülümseyerek.

Bu sefer ben ona sarıldım, annemi özlediğimi hatırlayıp hüzünlendim.

''İyi geceler ufaklık.'' dedi annem sadece. Beni yanlız bırakmak istediğini anlayabiliyordum. Annem her zaman böyleydi. İnce fikirli, nazik, cömert, alçak gönüllü...

Sadece başımı salladım. Neden bu kadar duygusaldım ki? Şu boğazımdaki yumru da neyin nesiydi? Neden her an ağlayabilirmişim gibi hissediyordum? Ağlamaktan nefret ediyorum! Ağlamaktan nefret ediyorum!

Kapımı kapatıp kuş tüyü yatağıma gömüldüm. Arabadan eşyalarımı almayı düşündüm ama sonra krem rengi dolabın üzerinde ışıldayan bir şey gözüme çarptı ve ona bakmadan edemedim. Dolaba doğru ilerledim ve değişik dekorize olan dolabı açıp yeni kıyafetlerimle tanıştım.

Annem bana sürüsüyle kıyafet almıştı ve hepsi mis gibi kokuyordu. Yıllarca bana yetebilecek kadar kıyafetim olmuştu. Annem buraya geleceğimi önceden biliyormuş gibi davranıyordu.

Houston'dan Seattle'a ne kadar zamanda gelmiştim? Babam anneme haber vermiş olamazdı değil mi? Ah, hayır. Alakası yok. Annem babamın iyi olup olmadığını sormuştu, hem geldiğimde o yüzündeki şok... Hayır hayır, hiç biri numara olamazdı.

Annem o kadar da güzel bir oyuncu değildi.

Bütün bunları düşündükçe başım ağrıyordu. O yüzden boşverip uyumaya çalıştım fakat aklım hep o yabancıya gidiyordu. Tanrım, tamamen gizem makinasıydı. Çekici ama aynı zamanda da itici bir yabancı...

Houston'dan Seattle uçaklarına binmiştim ve artistlik yapıp Seattle'da araba kiralayıp Forks'a kadar sürmüştüm. Ve yolda onunla karşılaşmıştım.Seattle'da arabayı aldıktan sonra bir cafeye girip sopuk bir şeyler içmiştim ve çıktığımda işe arabam gizemli bir şekilde bozulmuştu. Ve o yabacı gelip arabamı şıp diye tamir etmişti.

Ardından onu Forks'a bırakıp bırakamayacağımı sordu. Arabamı tamir ettiği için onu almıştım. Sadece kibarlık olsun diye yapmıştım ama daha sonra onu iyiki arabama almışım diye düşünmeden edememiştim.

Espriliydi. Ve bana yolu göstermişti. Haritadan çok daha işime yaradığı kesindi.Onu gitmesi gereken yere kadar bıraktım.

O zamana kadar her şey normaldi.

Daha sonra gözlerimin taa içine bakıp onunla gitmem gerektiğini söyledi -bunu asla yapmazdım- ve ben de reddedince çok büyük bir çok yaşamış gibi hiç üstelemeden yoluna devam etti. Hey? Ben tek gecelik kızlardan değildim. Hem Mason'ı yeni terketmiştim.

Gerçekten garip bir kişilikti. Ama garip olduğu kadar da çekiciydi.

İç çekip yatakta dönüp durdum. İçim hiç rahat etmiyordu. Yatak rahattı ve ben yorgundum ama bir türlü uyuyamıyordum. Çok komik bir şey yapıp koyun saymaya başladım ama bundanda nasibimi alamadan ortada kalakaldım. Daha sonra aklımda olan bir ton şeyi düşünürken uyuyakalmışım.

Gaipten sesler duymak artık sıradan olmaya başlamıştı. Ama görüntüler... Çok farklıydı. Daha önce rüyamda hiç kendimi görmemiştim. Daha çok tanımadığım insanların tanımadığım dillerde konuşmasını ve tanımadığım yerleri görürdüm.

Rüyamda çok güzeldim. Öyle güzeldim ki kendimi tanıyamamıştım. Bembeyaz tenim, siyah hacimli saçlarım ve elmas gibi gözlerim vardı. Kalın ve soluk dudaklarım çok hoş duruyordu.

Daha sonra görüntüdeki ben sanki kumandada zoom tuşunu kapatmışım gibi karanlıkta uzaklaştı ve spot lambası gibi bir ışığın ortasında durdu.

Bu sefer farklıydım. Acı çekiyordum. Her yerim kan içindeydi ve muhtemelen ölüyordum. Etrafım tekrar karardı ve iki görüntü iki ayrı sahne ışığı altında aydınlandı.

Adını bile öğrenemediğim yakışıklı yabacı dişlerini gösterip şeytanice gülümsüyordu. Sanki- Sanki...

Birden rüzgar esti ve görüntü kayboldu.

Uyandığımda kan ter içindeydim. Hemen camları açtım ve bu korkunç rüyamı kafamdan silip atmak için başımı salladım. Unutmak istiyordum çünkü-

Bunları düşünmemek için Mason'ı düşleyerek tekrar uykuya daldım.

Sabah erken kalktım. Dinç hissediyordum. Üzerime yeni kıyafetlerimden berini geçirip aşağıya indim. Daha geleli iki gün olmamıştı ama ben okul kaydımı yaptırmak istiyordum. O yüzden bir kaç şey atıştırıp arabama atladım ve Forks'u keşfetmeye başladım.

Öncelikle Forks Lisesi'ne gitmeliydim. Bir kaç belge götürüp derslerine girdiğim öğretmenlerime imzalatmalıydım. İsteyenler hemen o gün derse başlıyordu ama ben buna orada karar verecektim. Eğer okulu seversem hemen bugün başlayacaktım ve anneme kısa mesaj çekip okulda olduğumu söyleyecektim.

Eğer sevmezsem- ...Henüz bu kısmı düşünmedim.

Arabamı 7/24 yağışlı olan Forks yollarında sürmek keyifliydi. Aslında bu arabayı çok sevmiştim. Bir haftalık kiraladığım bir arabayı sevmem, ah. Gerçekten çok sevmiştim. Kullanışlıydı ve rahattı. Sanki yıllardır benimmiş gibi hissediyordum.

Okulun hemen önünde durdum. İlk günden içeriye süper bir arabayla girmek istemiyordum. Bir de arabam kalıcı değildi, daha sonra bunu kimseye açıklamak istemiyordum.

Çantamı aldım ve botlarımı giydiğime şükrettim. Yollar hala ıslaktı ve ouv, burası çok soğuktu.

Okulun kapısından girdiğimde sarı uzun saçlarımı toplamak istedim. Saçlarım çok uzundu ve burada çok fazla sarışın göremiyordum. İlk günden 'ehe, aptal sarışın bu' damgası yeme niyetinde değildim.

Giriş yazan tabelayı takip ettim. İçeri girdiğimde kemiklerim ısınmıştı. Burada çok güzel bir ısıtma sistemi vardı.

''Ehm.'' dedim görevli bayanın dikkatini çekme çabasıyla. ''Ben yeni öğrenciyim. Kaydımı yaptırmak için gelmiştim.'' dedim.

Kadın gülümsedi ve beni süzdü. ''Oh, saçlarını mı boyattın tatlım? Senin saçlarının kahverengi olduğunu sanıyordum. Hem sen bi kaç gün önce gelmemiş miydin? Ah, her neyse. Şerifin kızı-''

''Hayır, hayır. Karıştırıyorsunuz. Ben şerifin kızı değilim. Adım Eve. '' dedim ve elimde tuttuğum dosyaları verdim.

''Ah, üzgünüm tatlım. Seni diğer yeni öğrencimizle karıştırmış olmalıyım. O da okula yeni geldi de. Oh, her neyse. Bunları öğretmenlerine imzalatmalısın.'' diyerek bir kaç dosya tutuşturdu elime. Gülümseyip okulun en fazla öğrencinin bir arada bulunduğu kısma yöneldim.

Kafeteryaya.

''Hey merhaba, sen yeni kız olmalısın. Ben Jessica.'' dedi ve gülümsedi güzel kız. Ben de karşılığında ona sırıttım ve elimi uzattım.

''Evet, yeni kızım. Ben de Eve. Ve uyarayım hayır şerifin kızı değilim.'' dedim kendi yaptığım gizli esprime gülerek. ''Oh, oh biliyorum. O bir kaç gün önce geldi. Onunla tanıştık. '' dedi ve beraber kafeteryaya girdik.

Yeni kızda benim gibi olabilirdi. Onunla anlaşabilirdik çünkü ikimizde yeniydik. Onunla tanışmalıydım bir an önce.

''Şu diğer yeni kız. Adı ne?'' dedim elimdeki dosyaları düşürmemeye çalışarak. Gülümsedi ve bir kaç çocuğa selam verdi. Beni bir masaya yöneltti.

''Neden kendin sormuyorsun? Bella, burada seninle tanışmak isteyen biri var.'' dedi ve arkası dönük kızın omzuna dokundu. Kahverengi saçlı kız bir anda arkasında döndü ve göz göze geldik.

Bella? Bella! Bella.

''Eve?'' Ağzımı açamamıştım. Şaşkınlıktan ölüyordum. Yutkundum ve aklıma gelen ilk şeyi söyledim.

''Dalga geçiyor olmalısın.''



Görkemli Final
23110228

Sersemletici derecede de sıcak bir gündü.

Güneş tam tepede 32 iki diş sırıtıyor,  bulutlar arkada kaldıkları için homurdanıp duruyordu. Küçük kedi bodur ağaçlarla süslü olan çimlerin üzerinde cüssesinden büyük tavşanlarla fink atıyor, gençler de afan kediye bakıp gürültücü bir şekilde gülüyorlardı.

Bütün bunları dışarıdan yarım ağızla gülen River, karşısındaki orta yaşlardaki doktoru duymuyordu. River dikkatini doktordan başka her yere verebiliyordu. Doktorun zırvalarına tahammülü kalmamıştı artık. Neden kendini bir kamyonun altına atmıyordu ki? Eğer bunu beceremezse River'ın boynundaki şalı alıp boğulana kadar ağzında tutabilirdi.

Çenesini kapatsa yeterliydi.

''River beni dinlemiyorsun bile. Böyle yaparsan sana yardım edemem.'' River iç çekti. Dileklerinin yerine gelmemesi sıradan bir şey haline gelmişti artık. Tanrı benim yanımda değil, hiç olmadı.  ''Sana orada neler gördüğünü sormuştum.''

River'ın gülümseyen suratı asıldı ve gördüğü vahşeti hatırlayarak yüzünden bir dehşet dalgası geçti.Daha sonra hemen ifadesizleşti. Olanları hatırlamak istemiyorum. Bırakın, rahat edeyim. Bırakın, rahat edeyim.
 
Tepkileri 'her zaman ki' gibi, diye düşündü doktor. Ne zaman bu soruyu sorsam aynı tekiyi veriyor. Ya bana oyun oynuyor ya da gerçekten sorunu büyük. Nasıl olabilir? O daha küçücük bir çocuk. İmkansız. Bu imkansız.

Düşünmek istemese de aklından çıkmıyordu hiçbir görüntü River'ın. Her ceset, her çığlık hepsi aklındaydı. Sokaklar  ala boyanmıştı. Başka hiçbir renk yoktu. Evler, arabalar, sokak  lambaları, hepsi. Hepsi ala boyanmıştı. Sanki kırmızı favori renk gibiydi dünyada. Kırmızı vucutlar uyuyor gibi dizilmişti. Herkes huzurlu bir şekilde uyuyor gibi görünüyordu. Evlerin üzerinde noel süsleri gibi asılı duran insan artıkları olmasaydı, güzel bir kırmızı rüyaya benziyordu.

Doktor, ''River.'' dedi belki ellinci kez. İsmini defalarca tekrarladı. Fakat kız hiçbir tepki vermiyor, ormanlık alanın dışında kalan uzun demir kulelerin büyük camlarına yansıyan ışınların oynayışını seyrediyordu. Körler,diye düşündü River. Bu güzellikleri göremeyecek kadar körler.

Doktor tarafındansa her şey başka taraftaydı. Güneşin bugün cömertlik edip tüm ışığını ve ısısını dünyaya yollaması umurunda değildi. Kuşların o güzel seslerinin onlar için bir ninni gibi gelmesi önemli değildi. Geceleri ayın gelip arsızca güneşten çaldığı ışınları onlara sanki onunmuş gibi göndermesi önemli değildi.

Bütün bu güzellikler, doğanın o mükemmel dengesi. Tanrı'nın bu müthiş hediyesi, önemsiz, değersizdi.

''River.'' diyerek tekrarladı doktor. Fakat kız hala boş boş bakıyor, sanki ona seslenilmemiş gibi, sanki adı River değilmiş gibi robotumsu bir şekilde oturuyordu.

Doktor ise sabırsızdı. Sol eliyle yeni çıkmaya başlayan sarı sakallarıyla süslü çenesini ve iki eliyle ise tüm yüzü karıncalanmış gibi hissettiği için yüzünü sıvazladı. ''Sana diyorum River, beni duymuyor musun?''

River soru sanki ilk kez sorulmuş gibi irkildi ve gülümsedi. ''Elbette duyuyorum Dr. Song. Sadece olanları hatırlamak istemiyorum, o kadar.''

Dr Song işine bağlı bir adamdı. Henüz hamdı ve ne yazık ki River onun ilk hastasıydı. İki senedir River'ın hastalığını çözmek istiyordu fakat bir gün bile ilerleyememişti. Elle tutulabilir somut bir şey yoktu. Hala ilk gün başladığı yerdeydiler. Doktor iç geçirdi ve artık bunu bilimsel yöntemlerle ilerletmek istemediğine karar verdi.

''Beni dinlemelisin River.''

River'ın dikkati çabuk dağılıyordu. Fakat bir işe tam manasıyla konsantre olduğunda o işi mükemmelce gerçekleştirebiliyordu. Ve güzel haber: Doktor Song bunu biliyordu!

Ellerini River'in gözlerini odakladığı yere savurdu. River'ın gözleri doktorun ellerine daha sonra onun gözlerine ulaştı. Doktor River'ı iki kolundan tutup kendine doğru çevirdi. River'ı kendine bakması için zorluyor gibiydi.
 
İşte, diye düşündü Song.Sonunda bana odaklanabildi.
''Şimdi. Bana neler olduğunu anlat.'' dedi River'ı ikna etmeye çalışarak. River anlatmak istemiyordu. Gördüklerinin gerçekle bir bağlantısının olmaması için elinden geleni yapardı. ''Hayır efendim, anlatamam.'' dedi gözleri dolu bir şekilde. ''Anlatmalısın River, yoksa seni buradan kurtaramam.'' dedi. Ardından River'ın kollarını bıraktı ve ellerini tuttu. ''Buradan çıkmak istediğini biliyorum ve ancak bana anlatırsan sana yardım edebilirim.''

River buradan çıkmak istiyordu. Bu doğanın mücizevi güzelliğine dokunmak istiyordu. Sevgiyi, aşkı; hüznü, öfkeyi tatmak istiyordu. Fakat eğer anlatırsa bunlar bir şekilde gerçek olacaktı. Belki somut bir şekilde değildi ama anlattıkça gerçekliği anlam kazanacaktı.

Ama yinede buradan kurtulacaktı.

Değer mi, diye düşündü River.Bu güzellikte yaşamak, sonunda vahşi bir şekilde ölmeye değer mi?
Cevabını anlatmaya başlayarak vermiş oldu.

''Ben... Ben nerden başlayacağımı bilmiyorum efendim.'' dedi elmas gözlerini kırpıştırarak. Ağlamak istemiyordu ama kendine engel olamayacak gibiydi.

Doktor sonunda River'ın anlatmaya karar vermesinin çoşkusuyla konuştu. ''En başından canım. Bana en başından anlat.''

River derin bir nefes aldı. Doktorun ellerinin içindeki küçücük ellerini yumruk yaptı ve gözlerini kapattı. Orada bir kez daha bulunmak istemiyordu fakat, bunu yapmak zorunda gibi hissediyordu.

'' Çatlaklar vardı...'' dedi gözlerini hiç açmadan. ''Hayır, çatlak değildiler. Ah, Üzgünüm efendim. Onları adlandıramıyorum.'' dedi ve gözlerini korkuyla açtı. Doktor ellerini daha sıkı kavradı ve ona güven vermek için şefkatle baktı. ''Ben buradayım küçüğüm, yanındayım. Sadece ne gördüysen, onu anlat.'' dedi.

''İnsanlar ölüyordu. İsteyerek değil tabi. Gökten geldiler. Onlar. Onlar insanları alıp parça parça ediyorlardı. Daha sonrada evlerin üzerlerine artıklarını üflüyor gibiydiler. Her yerdeydiler. Öldürdüler. Öldürerek eğlendiler. Sessizlik vardı. Dünya sessizdi. Çünkü ses çıkarabilcek hiçbir varlık hayatta kalmamıştı. Annem beni... Ah, anneciğim. Anneciğim beni dolabıma kilitledi ve iyi olmam için dualar okudu. Ama o da biliyordu. Duaların beni kurtarmayacağını o da biliyordu.''

Durdu ve boğazındaki yumrunun geçmesini bekledi.

''Neydi onlar?'' dedi doktor çenesini tutamadan. ''Dünyayı cehenneme çevirenler. Neydi?''

River'ın kaşları çatıldı. ''Bilmiyorum efendim, biz onlara demir adam demiştik. '' Daha sonra anlatması gerektiğini hatırlayıp devam etti.

''Anneciğim... Onun ölümünü gördüm. O metal kalpli yaratığın onu kıymaya çevirip göğü onun kanıyla boyadığını gördüm. Sadece annem değildi ölen. Daha fazlası vardı. Fakat babam iyiydi. Babacığım. O iyiydi. O iyiydi. Dünya sallanıyordu. Demir adamlar gülüyordu. İnsanlar ağlıyordu. Babam beni korumka için dolabın önünde silahıyla bekliyordu. ''

''Daha sonra sessizlik oldu. Bitti, diye düşündüm. Artık geçti. İnsan ırkının soyu tükendi. Yanlızım. Babam yok. Anneciğim yok. Yanlızım. Kıyamette, o görkemli sonda yanlızım.

Beni de öldüreceklerini düşündüm fakat vazgeçtiler. Terkettiler dünyamızı. Beni yanlız başıma bırakarak gittiler. Onların arkasından bağırdım. Onları kışkırtmaya çalıştım.
 
Öldürün beni. Öldürün beni. Öldürün beni.

Dinlemediler. Sadece gittiler. Yanlız bir başıma sadece ölümü bekledim.''

Doktorun tüyleri ürpermişti. On yaşındaki bu küçük kızdan böyle korkunç bir şeyi uydurduğunu bekleyemezdi. Bir şeylerin gerçek olduğunu biliyordu. Bu kızın içindeki sessiz çığlıkları duyar gibiydi. Ona yardım etmek istiyordu. Artık zafer umurunda değildi.

''Bu bir savaş değildi efendim. Bu bir galibiyetti. İnsan ırkının basit galibiyeti. '' dedi River. ''Öyle umursamaz, öyle sığ beyinliydik ki!!''' diyerek devam etti sözlerine.

Konuşmak iyi gelmişti güzel River'a. İçini dökmek, bu cehennemi artık tek başına yaşamayacak olduğu bilmek, iyi gelmişti. Doktorun onun hakkında 'deli' diye düşündüğünü sanıyordu. Acınası kız, nasılda aciz? Nasılda yalnız...

Doktor beyninin öğrendiklerini idrak edebilmesini bekledi. Çok fazla bilgi vardı. Çok fazla... Kıyameti hiç düşünmemişti. Asla inançlı bir adam olmamıştı. Fakat şimdi bu öğrendikleri... çok fazlaydı. Çok fazla gelmişti.

Boğazını temizledi. Mantıklı olmalıydı. Mantıklı düşünmeliydi. Daha küçücük bir çocuk, Tanrım! ''Pekala River.'' diyebildi sadece. Ardından işine odaklanmaya çalıştı. Bir çözüm bulmalıydı fakat önce River'ı teşvik etmek için ona bir hediye vermeliydi.

''Bunları anlattığın için seninle gurur duyuyorum.'' dedi. Ardından River'ı güzel bahçede tavşanların olduğu yere götürdü. '' İstediğini alıp sevebilirsin. Senin gibi küçük kızları çok severler.'' dedi zoraki bir gülümsemeyle.

River güldü. Ve kar beyazı tavşanı eline aldı. Onun güzel beyaz tüylerini sevgiyle okşadı ve ardından çok kolay bir hareketle öldürdü güzel tavşanı. Doktor ne yapacağını bilemedi. Hemen ölü tavşanı River'ın elinden aldı ve uzağa fırlattı.

''Neden yaptın bunu River? Bu canilikti!'' dedi şaşkınlıkla. Oysa ilerlediklerini düşünüyordu doktor.  Herşeyin güzel olacağını...

''Ona yardım ettim efendim. Demir adamların onları öldürmesi daha acıklı olacaktı. Ben ona yardım ettim. '' dedi. Doktor hala şaşkındı. River daha önce hiç böyle bir tavır sergilememişti.

''Bunu bir daha tekrarlama lütfen.'' dedi ve onun yanına oturdu. ''Bu yanlış River, böyle yaparsan demir adamlardan bir farkın olmaz.'' River korkunç gözlerle doktora baktı. Ve sonra usulca başını salladı. Dünyada en son isteyeceği şeydi demir adamlar gibi olmak...

''Peki bana bu rakamların anlamını söyler misin?'' dedi River'ın birkaç hafta önce oyuncak bebeğinin cam gözlerini kırıp kolunu keserek yazdığı rakamları göstererek. 23110228 River iç çekti.

''Bu bir tarih efendim.'' dedi. Ardından doktorun anlamadığını gösteren bakışlarına cevap verdi. ''Bu, kıyametin tarihi.'' Doktor kıyametin ne zaman gerçekleştiğini görmek istiyor muydu? Bunu görebilecek kadar cesur muydu?

''Sondan başlıyor, yıl, ay, gün, diyerek.'' dedi River doktoru teşfik edercesine. Doktor merakına yenik düştü ve saymaya başladı. 2311 yılı, şubat ayının 28. günü. Şaşkınlıkla River'a baktı.

''Fakat bu bugün!'' dedi neredeyse bağırarak. River ise sadece gülümsedi ve gökyüzüne baktı. Ellerini havaya doğru açtı ve ilk yağmur damlasını bekledi.

''Yağmur yağıyor efendim.'' dedi boş bir ifadeyle. Doktor hala şaşkındı fakat yine de cevap verdi. ''Dışarıda güneş var River, yağmurun yağması imkansız.'' diyerek söylendi. Fakat ardından başına hızla düşen yağmur tanelerine bakınca gözlerini korkuyla açtı.

Bulutlar artık arkada kalmaktan çekinmiyordu. Aksine, güneşin önlerinde durmasına seviniyorlardı. Çünkü onlarda korkuyordu bu sondan. Çünkü onlarda korkuyordu sonun sadece hüsran olmasından

''Ama bu imkansız.'' dedi doktor gökyüzüne bakarak. Bir şimşek çaktı ve gök gürüldedi. River soğuk bir şekilde konuştu.

''İşte.'' dedi. ''İşte efendim, görkemli final başlıyor.''


----

pekala, bu benim korkunç bir rüyamdı. Yazmazsam ondan kurtulamayacağımı düşündüm. Ne derseniz, ne düşünürsünüz bilmem fakat beni çok yormuştu ve etkisinden hiç çıkamamıştım.

İyi okumalar efenim.

21 Temmuz 2011 Perşembe



Bu söylemeyi hep severim, 'yazmayı seviyorum.' Bazen gerçekten iyi yazdığımı düşünüyorum bazende mal gibi olduğunu. Belli değil benim düşüncelerim zaten. Bi anım bi anımı tutmaz. Bazen bu konu üzerinde çok düşünüyorum. Deli miyim? Yoksa aptal mı falan diye..

çok çabuk kararımı değiştiririm, mesela bir şeye yazmaya başlarken konuyu hemen başka bir şeye bağlarım. elimden gelen bir şey değil. aklımda bir sürü şey var. anlatacağım çok çok şeyim vardır.

bunu karakterlerime de yansıtırım. Böyle bi anda mutlu bi anda hüzünlü olurlar falan.

Gerçekten nasıl bişeyim bilmiyorum. ASLJGHAJFKDJH

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Pekala bunu okuyacağını biliyorum.

İç dökme seanslarımızdan birine hoşgeldiniz. Ah, her neyse. Direk konuya girmem gerektiğini biliyorum.

Sana anlatmak istiyorum herşeyi, içimden geçen, hep varolan her şeyi anlatmak istiyorum. Ama neyi, nerde, ne zaman konuşacağımı bilemiyorum. Seni seviyorum, seni her şeyden çok seviyorum. Şapşal biriyim, bunu da biliyorum. Ama hatalarımı, özellikle geçmişte yaptıklarımı çok yüzüme vuruyorsun (bu çok canımı yakıyor) ve ben elimdekini çok kolay kaybeden biriyim.

Evet, zayıfım.

İçimi dökebileceğim tek insansın, sırtımı yaslayabileceğim, gözüm kapalı her yere gidebileceğim tek insan sensin.

Değiştiğim konusunda en ufak bir fikrim yok. Belki biraz. Bunu sana yansıtmaktan nefret ediyorum. Ailemle, okulla ne bileyim boktan hayatımın içine seni karıştırmak istemiyorum. Sen iyi birisin, o yüzden -belki çok aptaca gelecek ama- aptal ergen sorunlarımla seni boğmak istemiyorum.

Çok iyisin, mükemmel birisin. Ve ben seni her şeyinle seven biriyim.

Beni çekmekle bana büyük bir iyilik yapıyorsun zaten, lütfen beni kafana takma. Ben arada mallaşan delinin tekiyim. Yani sanırım, her neyse. Sen iyisin, ben de iyiyim. Ve sana karşı hep dürüstüm. Yemin ederim.

Sana asla yalan söylemem. Sanırım söyleyeceklerim bu kadar.

-Pilavdan Pudinge.